Dil ile “inandım, iman ettim” demek kolaydır. Bütün mesele inandığımızı yaşamakta, yalpalamadan istikamet üzere yürümekte, rüzgâr nereden eserse essin, müstakim yani dosdoğru olmaktadır ki çetin iştir. Halimizden yakınıyor, yaptığımız kulluğu kendimiz bile beğenmiyorsak, bazı şeyler “yolunda gitmiyor” demektir. Şikayet etmek, kendimizden kaçarak kalbimizdeki huzursuzluk yahut sıkıntıyı görmezden gelmek yerine çare aramanın yoluna bakmak, işleri hâle yola koymanın gayreti içinde olmak gerekir.Sahabeden Süfyan b. Abdullah es-Sakafî r.a., Hz. Peygamber s.a.v.’e gelir ve “Ey Allah’ın Rasulü!” der; “İslâm’ı yaşama hususunda bana öyle bir söz söyleyiniz ki bir daha sizden başkasına bir şey sorma ihtiyacı hissetmeyeyim.”
Rasul-i Ekrem s.a.v. şöyle buyurur:
“Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğu ol!”
Büyük alimlerimizden Kâdî İyâz rh.a., Efendimiz s.a.v.’in bu talimatının “cevâmi’ul-kelîm”den, yani az kelamla çok mana anlatan sözlerden olduğunu, Hz. Peygamber s.a.v.’in 23 senelik risaleti müddetince tebliğ eyledikleri her şeyin bu hadiste özetlendiğini söyler.
İslâm’ı yaşama konusunda Süfyan b. Abdullah r.a.’ın şahsında hepimize verilen bu kısa talimatı hayata aktarmak göründüğü kadar kolay değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de “dosdoğru olma”yı emreden ayetler vardır ve bunlardan Fahr-i Kâinat Efendimiz’e hitaben gelen “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud, 112) buyruğu, O’na “Hud suresi beni ihtiyarlattı” dedirtecek kadar ağır sorumluluklar içermektedir.
Dil ile “inandım, iman ettim” demek kolaydır. Bütün mesele inandığımızı yaşamakta, yalpalamadan istikamet üzere yürümekte, rüzgâr nereden eserse essin, müstakim yani dosdoğru olmaktadır ki çetin iştir.
Halimiz vaktimiz nasıldır?Elhamdülillah müslümanız. Çoğumuzun ayetten, hadisten, günahtan, sevaptan, ahiretten, hesap gününden haberi var.
Dünyanın fani olduğunu, bir gün mutlaka öleceğimizi hepimiz biliriz. Sorulsa, bu dünyaya Allah’a kulluk edelim diye imtihan için gönderildiğimizi, Cenab-ı Hakk’ın kalbimizden geçenlere varıncaya kadar her halimizi bildiğini, O’nun her yerde hâzır ve nâzır olduğunu söyleriz ama yine de yakamızı gafletten büsbütün kurtaramadığımız olur. İbadetlerimizi aksattığımız, bunları her vakit severek, bütün erkânına riayetle, huşu içinde yerine getiremediğimiz için huzursuz olanlarımız çoktur. Bazen nefsin hevasına uyar, dünyanın aldatıcı cazibesine kapılır, farkına bile varamadan bir günahın içinde buluruz kendimizi. Zaman zaman kibirden, öfkeden, hırs, haset ve gösterişten kendimizi alamadığımızı itiraf eder, bunlardan kurtulamamanın sıkıntısını duyarız. Dilimiz Allah der de kalbimiz ürpermez.
Bütün bunlar varsa, halimizden yakınıyor, yaptığımız kulluğu kendimiz bile beğenmiyorsak, bazı şeyler “yolunda gitmiyor” demektir. Şikayet etmek, kendimizden kaçarak kalbimizdeki huzursuzluk yahut sıkıntıyı görmezden gelmek yerine çare aramanın yoluna bakmak, işleri hâle yola koymanın gayreti içinde olmak gerekir. Ne söylediğimizin farkındaysak eğer, namazlarımızın her rekâtında tekrarladığımız “(Allahım) bizi sırat-ı müstakîme (dosdoğru yola) yönelt!” niyazı, aradığımız çare yahut yolun hiç değilse adını bildirmektedir bize.
Sadık bir rehber ihtiyacıFatiha suresinde Cenab-ı Hakk’tan “sırat-ı müstakim”i istemekle kalmıyor; yanlışa sapanların, Allah Tealâ’nın gazabına uğrayanların gittiği yollardan bizi muhafaza etmesi niyazında da bulunuyoruz. Dosdoğru yol yanında, eğri büğrü, yalan yanlış, tehlikeli yollar da var demek ki ve biz evvela bir yol tercihiyle sınanıyoruz. Ama yolların hangisi haktır, hangisi bâtıldır, bunu bilmek, sırat-ı müstakimin tarifini öğrenmek yetmiyor. Dosdoğru yola yönelmek, o yolda kararlılıkla yürümek de imtihanımızın dahilinde.
İşte bu yürüyüşte yol iz bilen bir rehber şart. Öyle olmasaydı Cenab-ı Mevlâ yolu ve yürüyüş tarzını kullarına bir şekilde bildirir, bu yolda ümmetine rehberlik eden, yolun nasıl yürüneceğini bizzat gösteren peygamberler göndermezdi. Şu halde sırat-ı müstakime yönelmek de kâfi gelmemekte, Rasul-i Zişan s.a.v.’in ayak izlerini hakkıyla bilen peygamber mirasçısı bir kılavuzu bulup onun kafilesine katılmak da icap etmektedir. Esasen sadık bir rehber arayışı, sıratı müstakime yönelme ve istikamet üzere yürüme kararlılığının gereğidir.
Allah’a layıkıyla kul olmak, dünya yolculuğumuzu salimen tamamlayıp yüz akıyla Huzur’a varmak istiyorsak, öncelikle doğru yolu ve o yolun kılavuzunu aramakla mükellefiz. Kararlılıkla, samimiyetle, halis niyetle arayan mutlaka bulur. Çünkü Cenab-ı Hak kendisine yönelenleri, bu uğurda çaba gösterenleri doğru yola ileteceğini, hidayete erdireceğini vaat etmiştir. O, vaadinde en sadık ve güvenilir olandır.
İç içe geçmiş yollarİşte bu ilâhi vaat bazen, kulun Allah dostu kâmil mürşitlerin varlığından haberdar edilip, kalbinde onların kervanına, talim ve terbiye halkasına katılma arzusunun uyandırılması ile gerçekleşir.
Allah’ın veli kullarının Hz. Peygamber s.a.v.’den devraldığı talim ve terbiye sistemine sonraki zamanlarda “tasavvuf” adı verilmiş, sırat-ı müstakimde bu sistem dahilinde yürümeye “tarikat” denilmiştir. Tarikatler, “ihsan” mertebesine ulaşmak için dosdoğru yolu Sahabe-i Kiram gibi yürümeyi öğreten mekteplerdir. Çokluğu ve çeşitliliği ufak tefek metot farklılığından kaynaklanır. Ehl-i Sünnet çizgisinde olmak şartıyla hepsi de haktır. Tarikatlerin çokluğu, aynı kaynaktan gelen suyun her evde farklı musluklardan akması gibidir. Muslukların çeşidi veya sayısı değil, kaynağın Kur’an ve Sünnet olması önemlidir. Çünkü sırat-ı müstakim Kur’an ve Sünnet yoludur.
Müslüman ancak Kur’an ve Sünnet’e uymakla dosdoğru olabilir. Şeriat, sünnet ve tarikat kelimelerinin sözlükte “yol” manasına gelmesi bu hakikate işaret eder. Fakat bazılarının zannettiği gibi bu yollar birbirinden ayrı değildir. Aynı zemin üzerinde iç içedirler. Şeriat, yolun zeminini ve sınırlarını belirler. Sünnet bu yol üzerindeki uyarı ve işaret levhaları gibidir. “Yöntem” manasına “yol” demek olan ve daha ziyade bir yürüyüş tarzını, yol tutma biçimini ifade eden tarikat ise geniş otobanlar üzerindeki özel yahut bölünmüş şeritlere benzer. Bir hedefe çabuk varabilmek için, daha hızlı ve güvenli gitmeyi sağlayan tahsisli yollar elbette asıl yolun zemini dahilindedir.
Bâtın fıkhı da varTasavvufta maksat “ihsan” makamıdır. İhsan, daimi bir zikir halidir. Allah Tealâ’nın her an bizi gördüğü bilinciyle O’ndan gafil olmamak, her işimizde O’nun rızası istikametinde davranmaktır. İnsan ancak böyle bir hali kuşanmakla güzel ahlâka, züht, takva ve ihlâsa ulaşabilir. Aksi takdirde yapılan ibadetler kuru bir şekilden ibaret kalacak, Allah’a kulluktan zevk alınamayacak, huzursuzluk bir kurt gibi sürekli insanın içini kemirecektir. Bu sebepledir ki tasavvufa “bâtın fıkhı” demişlerdir. Nasıl herhangi bir ibadetin zahirî şartlarını öğrenip bunları yerine getirmek bir mecburiyetse, ihlâs ve huşu gibi batınî şartlarını hal olarak kesbedip hem kalbimizi hem ibadetlerimizin içini mamur kılmak da bir mecburiyettir. Batınî haller sözle, okuyarak değil; yaşanarak, görerek, mükemmel bir örnekten talim edilerek kazanılır.
Sahabe-i Güzîn‘in yaşadıkları devri “Asr-ı Saadet” yapan şanlı yürüyüşlerini, yani dosdoğru olmayı Efendimiz s.a.v.’in örnekliğiyle öğrendikleri gibi, sonraki nesiller de aynı yürüyüşü Hz. Peygamber s.a.v.’in mirasçısı alimlerden, kâmil mürşitlerden aynı yöntemle öğrenmiştir. Bundan sonra da böyle öğrenilmeye devam edilecektir. Öyleyse bir mürşid-i kâmilin kapısını çalmak, yola gelmek, böylece işleri hale yola koymak zarureti vardır.
Peki kâmil mürşit kimdir? Biz bir insanın Allah dostu, güvenilir bir kılavuz olduğunu nasıl anlayacağız?
Aramayan bulamazMadem bizi alıp sırat-ı müstakim üzere, Kur’an ve Sünnet çizgisinde yürütecek bir rehber bulmak istiyoruz, öyleyse o rehberde arayacağımız yegâne özellik “Kur’an ve Sünnet ölçülerine bağlılık” olmalıdır. Kâmil mürşitler Allah’ın veli kullarıdır. Velayete istikametle, yani dinin emir ve yasaklarına harfiyen uymakla, ibadette devamlılık ve titizlikle, nafilelerle ulaşıldığına göre, istikamet sahibi kimselerin Allah dostu olduğuna hükmetmelidir. Fakat evliyaullahtan olan salih müminlerin hepsi irşatla vazifeli değildir. İrşat vazifesiyle Hz. Peygamber s.a.v.’in örnekliğini sürdüren Allah dostu mürşid-i kâmillerin zahire yansıyan en belirgin özelliği, Sünnet-i Seniyye’ye harfiyyen uyma duyarlılığıdır.
Bunun dışında keramet gibi olağanüstü haller aramak doğru bulunmamıştır. Çünkü “evliyaullahın iradesi dışında kendilerinden sâdır olan fevkalade hal” manasına keramet, her kâmil mürşitte görülmeyebilir. Kaldı ki keramet istikametten daha üstün bir ölçü değildir. İstikamet yoksa, keramet tek başına velayet alameti de olmaz. Keramet düşkünlüğü, “istidrac” denilen ve fasık kimselerde de görülebilen olağanüstü hallere aldanıp yanlış yollara sapmaya, yanlış kişilerin peşine takılmaya sebebiyet vereceğinden, tehlikeli bir yöneliştir.
Arayış aşamasında kendisine ulaşılan mürşidin Ehl-i Sünnet çizgisinde istikamet sahibi kâmil ve sâlih bir zat olduğu anlaşıldıktan sonra onu kendimizce imtihana tabi tutmaya kalkışmak, kusurunu bulmak için beşerî hallerine tecessüs göstermek, halis niyetle aramadığımıza işarettir; kısmetsizlik sebebidir.
Bir ‘yol’a girmekEsasen sırf Allah rızasını kazanmak, bâtınını mamur kılmak niyetiyle kibirden ve önyargılardan arınmış halde bir kâmil mürşide varanlar, onun meclisindeki manevi atmosferden etkilenecek, bakıldığında Allah’ı hatırlatan bu büyük veliye karşı gönüllerinde bir muhabbet ve emniyet hissedeceklerdir. İşte şimdi ona intisap etmenin, sırat-ı müstakime çıkarması için bu sadık rehberin kendisine uzattığı eli tutmanın vakti gelmiştir.
Tasavvufta bir kişinin gidip bir şeyhe bağlanmasına “intisap”, “inabe”, “el alma”, “tövbe alma” gibi isimler verilir ve bunların tarikatlere göre değişen usulleri vardır. Böyle şekil gibi görünen usul ve âdab önemlidir. Çünkü çerçeve veya kap hükmündeki usuller özün muhafazası, esasın dağılıp bozulmaması için şarttır. Üstelik tasavvufun bütün usul, erkân ve adabı mutlaka Efendimiz s.a.v.’in bir uygulamasından alınmıştır. Nitekim intisap Rasul-i Ekrem s.a.v.’in “biat alma” usulüne dayanır. Hz. Peygamber s.a.v. zaman zaman kendisine kayıtsız şartsız tabi olmaları yahut belli bazı konularda sorumluluk üstlenmeleri hususunda ashabından “söz” alır, karşılıklı sağ eller tutulmak yahut üst üste konulmak suretiyle yapılan bu sözleşmeye “biat”denirdi.
Mürşide intisap, intisap edenin ona tabi olacağı, yola gireceği, günah işlememeye azami gayret edeceğine dair Allah’a söz vermesidir. Bu sözleşme sırasındaki “tövbe”, mürşidin şahit tutulması ve duasıyla kabulüne vesile olması için iki tarafın da duyacağı kadar yüksek bir sesle yapılır.
Konu Adresi: http://www.dervisler.net/yola-gelmek-yolda-olmak-t32562.0.html;topicseen